Dünyanın en ikonik yapılarından biri olan Empire State Binası, 100’den daha fazla kata sahip ilk yapı, modern mimaride gökdelen konseptini tanımlayan bir eser diyebiliriz. HomeAdvisor tarafından yayınlanan resimlerin yer aldığı makalemizde, yapının oldukça kolay tanınabilen mimari akımlarla nasıl bir görünüm kazanacağına dair fikir sahibi oluyoruz. Hangi mimari akımın bu ikonik şehir imgesi üzerinde nasıl bir etkisi olurdu?
1. Antik Roma
Roma mimarisi Dorik, İyonik ve Korint (Doric, Ionic ve Corinthian) adındaki üç klasik düzenle işlenir. Bu düzenler, yapıda kullanılan taşıyıcı kolonların tarzlarını (kolonun temeli, gövdesi ve en üst kısmının şeklini, süsünü, görünümünü) belirleyen sistem diyebiliriz. Antik Yunan’da temelleri atılan bu düzenleri kullanan Roma mimarisi, aslında bir nevi Antik Yunan mirasına saygı duyan bir mimari. Buna ek olarak Romalı mimarlar, kendilerine ait yapım teknikleri icat eden mucitler, strüktür çözümlerinde kemerleri kullanan ilk mimarlardı. Romalılar taşıycı olarak kolona gerek duyulmayan durumlarda bile bu üç düzeni süsleme amacıyla yapılarına işlemeye devam ettiler. Antik Roma tarzına göre yeniden kurgulanan Empire States, en üst kısmına Pantheon’u andıran, kolon ve kolonların taşıdığı bir kubbeye sahip.
2. Rönesans
Rönesans mimarisi, 15. yüzyılın başlarında Floransa’da ortaya çıkan bir akım. İlk olarak aslında o dönem süregelen bir akım olan Gotik mimarinin karışıklığına karşı çıkma amacıyla doğan Rönesans mimarisi, Roman klasizminin sadeliğine ve dengeli oranlara sahip yapılarına dönmeyi hedefler. Yuvarlak kemerler ve kubbeler tekrar canlanır ve mimarları hem duygusal hem de mantıksal olarak insanı kendine çeken srüktürler yaratma peşindedir. Floransa Katedrali ve San Lorenzo Bazilikası aslında bu amaçlarda başarılı olunan örnekler arasında gösterilebilir.
3. Gotik
Kuzey Fransa’da 1140’lara dayana tarih sahip Gotik mimari, Avrupa’nın en dikkat çekici, mühendislik olarak en etkileyici yapılarını ortaya koymuş bir akım. Gotik mimari, bu Empire States örneğinde de görülebileceği gibi, sivri kemerleri, kaburgalı tonozlar ve kemerli payandaları ile anılır. Gotiğe özgü bu karakterler yüce bir mekan olan yapının içine giren doğal ışık miktarını arttırmaya yönelik özellikler denebilir aslında.
4. Art Nouveau
1890’larda başlayan, Art Nouveau akımı mimarlık tarihinin en iyi işlenen yapılarını ortaya koymuş. Avrupa’dan Amerika’ya birçok yerde dünyayı etkisi altına alan akım, kıvrımlı çizgiler ve doğal formlardan esinlenen formlar yaratmak için cam ve işlenmiş demiri kullanır. Bu mimarinin en iyi örneklerini de Barselona’da görmek mümkün. Bunlar, Antoni Gaudi’nin yarattığı şehir simgesi haline gelmiş eseler: Casa Milà, Park Güell, La Sagrada Familia gibi.
5. Geleneksel Japon Mimarisi
Gelenksel ögelerle dolu ve doğayla uyumu vurgulayan Japon mimarisi, aslında oldukça uzun bir tarihe sahip. Geleneksel Japon mimarisinde strüktürler genellikle zeminden birazcık kaldırılır ve mekanı şekillendirme imkanı vermek için duvarlar yerine sürgülü kapılar kullanılır. Ülkenin bu tarzla inşa edilmiş olağanüstü tapınakları hala ayakta. Japon mimarisi o dönem coğrafyada ağaç bolluğu ve malzemenin depreme dayanıklılığından dolayı ahşabı kullanır. Bu mimariyle Empire States, Japonya’da geleneklere saygılı tasarım amaçlanmış bir gökdelen hissi yaratıyor.
6. Postmodernizm
1960’larda birçok mimarin modernist görünümü sorgulamasıyla başlayan ve mimarinin toplumun sorunlarına çare olabileceğini savunan akım. Postmodernizm, formaliteden uzaklaşıp modern mimarinin çeşitsizliğine karşı çıkar. Bu yeni bulunan özgürlük, aslında tanımlamaya imkansız bir tarz doğurur. Bunun sebebi Postmodernist mimarların kategorizasyonu reddetmesi. Akıma yönelik, tarihten birçok mimarlık tarzına gönderme yaptığı söylenebilir: Empire States’in klasik alınlıkları (pediment) gibi.
7. Brütalizm
Brütalizm var olduğu süreçte aslında hem çok fazla kötülenen hem de çok fazla övülen bir akım olmuş. Terim, İngiliz mimari eleştirmen Reyner Banham tarafından 1955 yılında Peter ve Alison Smithson’ın The Economist yapısını tanımlama çabasıyla mimariye kazandırıldı. 1970’lerden beri bu kule benzeri, beton monolitler populerliğini büyük ölçüde kaybetti. Son zamanlarda bazı eleştirmenlerin Preston Bus Station ve Park Hill, Sheffield gibi kent simgesi yapıları övmesiyle popülerliği tekrar arttı. Tabiki betonu ilk kullanan Brütalist yapılar değildi; yapının görünümünde çıplak betonu tercih eden yapılar ilk Brütalist yapılardı. Brütalist Empire States de kentin ortasında devasa bir beton blok.
8. Dekonstrüktivizm
Postmodernizm gibi, dekonstrüktivizim de tek bir uygun ideoloji etrafında şekillenmiyor. Dekonstrüktivizm daha çok geleneksel mimari kuralları yıkmakla ilgili. Dekonstrüktivist mimarlar, yapıların tutarlı ve düzenli görünmesi gerektiği düşüncesine oldukça karşılar. Hatta genel olarak, birbiriyle bağlantısı olmuyormuş gibi gözüken parçalara ayrılmış hissi veren strüktürleri hedefler. Guggenheim Bilboa Müzesi, bu akıl almaz tarzın en çok bilinen örneklerinden biri olarak anılabilir. Dekonstrüktivizm, 20. yüzyılım meşhur filozoflarından biri olan Derrida’nın, akıl ve mantığın yerleşmiş inançlarını yıkmaya çalışan düşüncelerinden doğmuş bir akım.
9. Sürdürülebilir Mimari
Şimdiki eko-bilinçli dünyada oldukça popüler olan bir akım. Sürdürülebilir mimari yenilenebilir, geri dönüştürülebilir materyallerin kullanımını teşvik eden hatta yapılarında yaşayan bitkilerin kullanımı da son dönemlerde oldukça yaygınlaşmış akım. Empire State Binası’nın sürdürebilir versiyonunda, yapının ortasına bir çerçeve konulmuş ve burada binlerce bitkiyle bir yeşil duvar yaratılmış. Tabi sürdürülebilir mimari yalnızca materyalle ilgili değil; tasarımcılar enerjinin de yapıda nasıl, ne kadar kullanılacağına da dikkat ediyorlar.
NO COMMENT