David Chipperfield Architects’in Berlin ofisi tarafından tasarlanan James-Simon-Galerie son yüzyılda Berlin’in müzeler adasında yapılan ilk yeni bina. Friedrich August Stüler’in forum mimarisinin bir devamı olarak yerini alan James-Simon-Galerie müzeler adasına yeni giriş binası olarak hizmet ediyor. Aynı zamanda Kupfergraben Kanalı ve Neues Müzesi arasındaki bütünlüğü sağlıyor. Bina, Karl Friedrich Schinkel’in Neuer Packhof isimli idare binasının 1938 yılına kadar durduğu dar bir arazi şeridinde yer alıyor. Galeri, Bergama Müzesi ile yer üstünde fiziksel bir bağlantı kuruyor ve müzeyi bodrum katındaki arkeolojik gezinti alanıyla Neues Müzesi, Altes Müzesi ve Bode Müzesi ile birleştiriyor.
Neoklasik ve modern mimarinin melezi olarak oluşturulmuş görkemli tarzıyla James-Simon-Galerie, müze ziyaretçileri için hizmet alanları, geçici sergi alanı ve yaklaşık 300 kişilik bir oditoryuma sahip. Ayrıca müzenin ihtiyaç duyduğu tüm diğer ek tesisleri barındıran tasarım, taş kaidenin üzerinde ikonik bir sütun dizisi içeriyor ve klasik bir piano nobile* ifadesi yakalamayı amaçlıyor.
Piano nobile, genelde klasik rönesans mimarisinde kullanılmış olan, odalardan daha iyi bir görüşe sahip olmak, koku ve rutubetten uzaklaşmak amacıyla sokak seviyesinden yükseltilmiş ilk kat.
Galerinin cephesi boyunca yer alan ince sütunlar, Neues Museum’da sona eren Stüler’in kolonisini çağdaş bir biçimde devam ettirerek Neues Museum ve James-Simon-Galerie arasında sütunlu, yeni bir avlu oluşturuyor. Üç sahanlıklı geniş merdivenler ziyaretçileri müzeye davet eden önemli bir unsur. Merdivenlerle üst seviyeye gelen ziyaretçiler, fuayeye giriş yapıyor ve Pergamon Müzesi’nin sergi katına direkt olarak varabiliyorlar. Fuaye aynı zamanda kafeteryayı da içine alıyor ve Kupfergraben kanalı boyunca uzanan binanın büyük terasına açılıyor. Ana giriş fuayesinin altındaki asma kat, müze dükkanı, büyük bir vestiyer, tuvalet ve kilitli dolaplara ev sahipliği yaparken, geçici sergi alanları ve oditoryum bodrum katında bulunuyor. Galerinin temel işlevleri (oditoryum, vestiyer ve geçici sergi alanları) binanın alt seviyelerine itilerek, giriş seviyesinin çevreyle ilişki kurarak yayılması ve terasın halka açık hale gelmesi sağlanmış.
James-Simon-Galerie’nin mimari dili, müze adasının mevcut unsurlarını benimsemiş; temel olarak yapıların dış mimarisi, genel mimari topoğrafya, koloniler ve dış mekan merdivenleri. Ayrıca proje, müze adası oluşumunda yer alan diğer mimarlardan referanslar da içerir. Yapının doğal taş agregası ile yeniden yapılandırılmış taş malzeme seçimi, müzeler adasının zengin materyal paletinde yer alan kireçtaşı, kumtaşı, işlenmiş cepheleriyle iç içe geçen bir görünüm sergiler.
İç mekanlarda ise genelde pürüzsüz şekilde uygulanan in-situ (yerinde dökme) beton tercih edilmiş. Mermer bilet gişeleri, deri döşemeli banklar ve bakır kaplamalı tavanlar gibi parlak vurgular yine iç mekandaki diğer ayrıntılar. Fuayedeki zeminden tavana uzanan pencereler sayesinde gelen ışık, ziyaretçileri oyalanmaya teşvik ediyor -Chipperfield’e göre bu binanın “programsızlığının” önemli bir parçası.
Bodrum katında, üst katların gölge ve ışık oyunları, geçici serginin tünel gibi olan yapısı ve gri betonla kayboluyor. Oluşan bu loş ışık durumu, çoğu müzenin kalbi olarak kabul gören geçici sergiyi yeraltına almanın bir sonucu. Fakat bu yerleşimle proje içindeki kamusal alan, ışığın baskın olduğu bir alana yükseltiliyor. “Proje bu kadar büyük bir alanı esnek aktiviteler için ayırarak bizi müzenin ne olduğunu ve kimin için var olduğunu yeniden düşünmeye teşvik ediyor. Müzeler bir zamanlar dünyadan yalıtılmış kapalı kutulardı, ancak günümüz müzelerinin dinamik sosyal alanlar olması gerekiyor.” diye belirtiyor Chipperfield.
NO COMMENT