1981’den beri Londra’da terkedilmiş olarak duran Banskide Elektrik Santrali (Bankside Power Station) 2000 yılında Tate Modern olarak kamuya açıldı. Elektrik santralinin müzeye dönüştürülme projesi, 1995’te açılan bir yarışma sonucu diğer katılanlara nazaran daha hafif dokunuşlar yapan ve binanın tarihi karakterini yıkmadan modern bir kamusal alan yaratan İsveçli ekip Herzog & de Meuron tarafından gerçekleştirilmiş. Açıldığından beri de Tate Modern, kültürel bi ikon haline geldi ve dünyada modern sanat müzeleri arasında en çok ziyaret edileni; bulunduğu endüstriyel alana da tek başına bir canlılık katmayı başarıyor ve dünya çapında en önemli sergi mekanlarından biri haline geliyor.
Orijinal yapı, 1940’ların sonunda Giles Gilber Scott tarafından tasarlanmış. Yapımından yaklaşık 30 yıl sonra da işlevini kaybetmiş. Londra’da Thames Nehri’nin kıyısında bulunan yapının en dikkat çekici yanı şehirdeki kiliselere referans veren uzun bacası. Tate Galerisi de yapının bu ve bunun gibi karakteristik ve tarihi özelliklerini korunmasını amaçlıyor.
Herzog & de Meuron tarafından yapılan dönüştürülme projesinde ilk amaç yapının kentsel karakterini yapının formunda bozulmaya yol açmadan, bulunduğu alanda tarihsel bir deneme ve görsel bir eser olma karakterini bozmadan arttırmak olmuş. En görünür müdahele, santralin koyu taş ve tuğla dış duvarından tamamıyla ayrıştırılan yarı saydam ışık demeti yaratan set (light beam set).
Herzog & de Meuron, dönüştürülme projesi için yapıya eklenen her detayında yapının endüstriyel karakterine referans veren bir yaklaşıma sahip; yapıda sergilenecek eserlerden daha öne çıkacak binanın karakterine aykırı müdahelelerden kaçan. Merdiven kovanları, dökme demir menfezler ve kaba bırakılmış ahşap döşemeler binanın orijinal karakteriyle bir uyum içinde.
Önceki santralin etrafındaki peyzajı tamamen kamuya açan yeni Tate Modern, mimarların tasarımıyla görsel olarak monolitik olan orjinal yapıya doğallık katıyor. Bahçe alanları, müze ve kent dokusu arasında kurgulanmış yapıya dört taraftan giriş sağlayabilecek bir peyzaj.
Herzog & de Meuron, yapının girişinden sonra karşımıza çıkan eski santralin türbin salonunu, yeni Tate Modern’de hem bir geçiş hem de bir toplanma alanı üreten halka açık bir meydan olarak tasarlamış, eski kazan dairesi de galerileri barındırıyor. Bir platformla zemin katından rampayla ziyateçilerini ilerleten ana mekanda, geçiş sırasında galerilere görsel iletişim kurulmuş. Orijinal olarak devasa jeneratörleri barındıracak bir alan olarak tasarlanan plaza kısmı, yüksekliği ve uzunluğuyla Tate Modern’e özgü bir alan yaratıyor. İçeride de farklı büyüklüklerde galeriler bulunuyor. Ortak ve abartılmamış, sade bir dilde kurgulanmış galeriler yapının üstündeki ışık demeti kısmından gelen doğal ışıkla aydınlanıyor. Bu bağlamda Tate Modern’de eski yapıda baştan aşağı ilerleyen katedral penceleri korunmuş ve buna katkı sağlayacak yarı saydam kısım eklenmiş.
Tate Modern, 2000 yılında hizmete başladıktan sonra 2012’de müzeye özgün bir galeri alanı eklenmiş. Üç büyük yağ deposunun galeri alanlarına dönüştürülmesiyle ortaya çıkmış olan bu ek, yine aynı ekibin tasarımı ve 2016’da açılmış. Adı Tate Modern Şalt Binası (Tate Modern Switch House) olan ek, Tate Modern’in 21. yüzyıl müzelerine yol gösteren bir tasarım olmasına katkı sağlıyor. Yeni yapı, müzeyi çevresine daha çok açan ve galeri alanlarını genişleten bir tasarım. Tate’in bulunduğu arazinin kamusal olarak tamamen erişilebilir olma hedefini de tamamlıyor.
Tate Modern’in bugünkü halini almasındaki ikinci aşama olarak değerlendirilen Tate Modern Şalt Binası -aynı zamanda Tate Modern Blavatnik Binası (Tate Modern Blavatnik Building) olarak da geçiyor, zemin katındaki üç büyük silindirik tanktan 10 kat yükselen, dünyada müze olarak canlı sanat, enstelasyon ve filme ayrılan ilk mekan. En üstündeki üç kat ise eğitsel alanlar, bir restaurant, bar, üye salonu ve halka açık bir terasa ayrılmış. Böylece mimarlarımız Tate’in sanatla olan ilişkisini daha da derinleştiren bir tasarım öngörmüş eklenen programlarla. Ek olarak şalt binasıyla galeri alanları da yakşalık 2 kat büyümüş Tate Modern’de.
Tate Modern’e ek binanın yapıldığı alan aslında halen bir elektrik santrali olarak işlev görüyormuş Londra’nın güney kesimi için. Londra temelli bir şirket olan EDF tarafından yönetilen santral, modern ekipmanları nedeniyle çok daha küçük bir alanı kaplıyor artık ve bu da eklenti kısım için bir avantaj. Tate Modern Şalt Binası için yağ tanklarının temel olacağı ideal bir alan sağlıyor. Yapının oluşumuna yön veren tanklar, yapının ek kısmına konsept olarak başlangıç tanımlayan bir öge olurken aynı zamanda müzeye yenilikçi bir mekan katıyor. Bu ek kazan dairesinden oluşturulmuş galeri alanlarına 4. katından bir köprü ile bağlanıyor. Bu alan da Tate Modern’in kalbi olan plaza alanından, türbin salonundan geçiyor.
Tate Modern Blavatnik Binası, piramit şeklinde bir yapı. Özgün formunu, beton strüktür ile kurgulamış olan Herzog & de Meuron, eski santralin tuğla kaplı cephe karakterini burada yeni bir dille karşımıza çıkarıyor. Delikli şekilde örülmüş tuğla cephe, sabah doğal ışığı içeri alıyor ve gece ise içerideki ışıkla parlıyor. Dıştan gözlemlenen ince uzun yatay pencereler de hem kazan dairesine referans veriyor hem türbin salonuna görsel bir bağlantı kuruyor hem de yeni kurgulanmış tuğla cephenin detaylarını vurguluyor. Sonucunda ortaya, ikonik bir ekleme ve Londra gökyüzünde bütünleşik bir Tate Modern çıkmış.
Tate Modern Şalt Binası tasarımında sürdürebilirlik de en önemli ögelerden biri olmuş. Doğal havalandırma, güneş panelleri, yeni yeşil mekanlar, yüksek termal kütle sağlanması bu yaklaşıma örneklerden. Yapı, şu anki binalardan %54 daha az enerji kullıyor ve %44 daha az karbon üretimi gerçekleştiriyor.
NO COMMENT